ANKARA NUR TALEBELERİNDEN ABDÜLKADİR AKÇİÇEK

Ankara Nur Talebeleri arasında yer alan Abdülkadir Akçiçek, Üstad Bediüzzaman Hazretlerini görüp elini öpüp duasını almıştır.

Ankara Nur Talebelerinin daveti üzerine Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri 4 Ocak 1960’da Ankaraya gelir. Beyrut Palas Oteline yerleşir ve talebeleri ile burada görüşür son dersini yapar. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin Beyrut Palas Otelinde kaldığını öğrenen Abdülkadir Akçiçek, koşarak otele gelir, Zübeyr Ağabey’e Üstad Hazretlerini ziyaret etmek istediğini söyler, fakat Zübeyr Ağabey bunun mümkün olmadığını dile getirir. O sırada Üstad Hazretleri, otelin önüne gelir. Akçiçek o anları şöyle anlatır:

”Üstad’ı ziyaret etmek istiyordum. Ama önce olmadı. Ben de kendi kendime ”Ben sizi görmek ve ziyaret edip duanızı almak istiyorum. Huzurunuza layıksam beni kabul buyurun.”diye dertlenirken. Bir arkadaş geldi, bana seslenerek ”Çabuk gel, Üstad geldi” dedi. Hemen otelin önüne koştum, dünya gözüyle Üstad’ı gördüm.

Üstad Hazretleri çok heybetli, haşmetli bir halde adeta kükremiş bir aslan gibiydi. Koşarak Üstad’ın kollarına girdik, kendisini oteldeki odasına çıkarttık.”

Üstad Hazretlerinin 27 Mart’ta vefatı üzerine Abdülkadir Akçüçek, Hür Adam Gazetesinin 5 Nisan 1960 günkü nüshasında yayınlanan ”Onun ardından” başlığı altında bir yazı neşreder. Bu yazı daha sonra Hilal Dergisinin 14 ncü sayısında yayınlanır. Abdülkadir Akçiçek’in o yazısı ise şöyle:

”Onun Ardından

Mes’ut bir gün, Ramazan gecesi ebedî istirahatgâhına yolcu olan büyük insan. Şu anda onu ebedi ve sonsuz âlemine teslim etmiş bulunuyoruz. Arkasında onun gözü kalmadı. Sadece gönüllerde derin bir mevki, akan gözyaşı, sel gibi akan iman sahiplerinin bölünmez topluluğu.

Belki bir eşini göremeyeceğiz. Belki bir daha onun boş bıraktığı yer dolmayacak. İşte gözler bundan yaş akıtır. Gönüller bundan hüzne boğulur. O büyük adamın ruhumuzun derinliklerinde bıraktığı hüzün sonsuzdur. Allah’a imanımız olmasa belki çıldıracağız. Hak yolunun nizamına uymasak belki dağlara düşeceğiz. Ama ne yapalım ki, nizam budur, yol budur. Her gelen gider. Her fâni ölüm acısını tadar. Ölmeyen, fena bulmayan budur: Allah ve Onun için kalblerde yaşayan sevgili. İşte o değerli ilim ve din adamımız gönlümüze ölmeyen Allah sevgisini, hakka, doğruya imanı aşıladı ve sessizce aramızdan ayrıldı gitti.

Dünyalığım sağ elimin taşıyacağı kadar olmalı’ diyen o mübarek insan zahirde böyle yaşadı. Gözünü bu fani âleme yumduğu zaman, hasretini çektiği bir şey kalmamıştı. Düşmanlarına dahi hakkını helâl eden o zat, iman ve İslâm dâvâsından başka bir gaye peşinde koşmamıştır. Bize, altın, gümüş bırakmadı, ama bunlardan milyar kere kıymetli, Allah kitabından ve Resulünün sünnetinden ilham alarak yazdığı eserini bıraktı.

Onun gidişi de gelişi gibi sessiz oldu. Fakat yaşayışı sessiz değildi. Onun yaşayışını, hayatını, zaman birden açığa vuracak. Istıraplarla geçen o muazzam yaşayış, onun gönlümüzde ebedî yaşamasını sağlayacak. Gün geçtikçe gönlümüzde sevgisini arttıracaktır. Ömrü boyunca zindanlarda geçer gibi bir acı hayat, dertli ömür süren o bahtiyar kişinin hayatı tarihin unutacağı cinsten değildir. Sevmeyenleri batırmak istedikçe, sevenler ölmez bir sevgiyle onu ruhunda taşıyacaktır.”

Said… Molla Said… Said Efendi Hazretleri ve nihayet Bediüzzaman Hazretleri. Gün geçtikçe ismine bir hürmet eki alan elbette ki büyük bir insan namzetidir.. Hiçbir büyük insanı tarih, sağlığında göklere çıkarırcasına övmemiştir. Eğer varsa, hayatında iken devrildiği görülmüştür. Fakat Bediüzzaman Hazretleri her gün bir yükselme değerine sahip olmuştur. Sağlığında böyle olunca, eserleri meydana çıkınca nasıl olur? Bunların cevabını kesin olarak şimdi söyleyemeyeceğiz, tarih bize gösterecek. Belki o müceddid, belki mehdi olarak anılacak ve her an ruhundan istimdad edilen bir aziz zat olarak kalacaktır.

İşte bizler, böyle bir devirde yaşamakla, o zatın ilminden, feyzinden müstefit olmakla bahtiyar insanlarız.

Tarih sayfalarını çevirirken zaman zaman, çok değerli insanların bu âleme gelip geçtiğini görürüz. Onların, sessiz bir gelişlerinde zamanın göstereceği, ufuksuz dâvâların peşinde koşmalarıdır. Dâvâlarına inanmış kişi olarak canlarını dahi seve seve inandıkları yolda fedâ edenleri hep görürüz. Her büyük insan zamanını işgal etmiştir. İmam-ı Âzamları düşünelim. Şafiileri düşünelim. Hanbelileri hatırlayalım. Mansurları görelim. Bundan sonra gelenleri bir göz ucuyla tetkik edelim. Bunların hepsi, devrini kucak kucak doldurmuş ve bucak bucak sarmış. İşte büyük insan böyledir. Bulunduğu zamanda her şeyi meşgul eder. Sessiz yaşar, ama bu sessizlikte kâinatı coşturan, derin, içli hareketler görülür…”

İşte devrinde her şeyi meşgul eden Bediüzzaman Hazretleri köşesinde sessiz yaşadı, ama her şey onunla meşgul oldu. Matbuat ondan bahsetti. Siyaset adamları ondan konuştu. Devlet adamları ona ilgi gösterdi. Halk onu sevdi, bağrına bastı. Ve nihayet ölmez bir sevgi, bir aşk, yılmaz, usanmaz bir iman kuvvetiyle aldı, sonunda fani cesedi toprağa verdi. Kalblere aşıladığı iman kuvvetiye baş başa kaldı. İşte her şeyiyle devrini dolduran büyük insan.

Bediüzzaman Said Nursi, sessiz yaşayan büyük insanlardan biri. O ne kâşaneler kurdu, ne servetler elde etti. Çevresinde çocukluğu hârika olarak tanındı. Gençliği hep mücadele ile geçti. Yılmadı, usanmadı. Tek başına dağlardan geçti. Her şeye sonsuz bir iştiyak duydu. Tabiatı gördü, onda tevhid mühürlerini okudu, manzarasına hayran oldu. Kuşları gördü, hal dili ile onlarla söyleşti. Yapraklara, ağaçlara baktı, onlarda Allah’ın binlerce hikmetini, sırrını sezdi. Yerdeki karıncalara baktı, yediği yemeğin tanesini onlara tahsis etti. Mağaralarda çileler çekti. Vatan ve milletin aşkıyla yandı, tutuştu. Cihan Harbinde gönüllü alay kumandanı olarak cephede bir kahraman gibi çarpıştı. Rus ordularına esir oldu, onlara boyun eğmedi.

Türk gücünü, İslâm şehametini onlara gösterdi. En büyük kumandanların dahi önünden kalkmadı. Ve nihayet birkaç yıl sonra memleketine döndü. Memleketinde bulunduğu müddet içinde hapisler, sürgünler, zindanlarda hayat sürdü. Her gittiği hapisten çıktı. Her verildiği mahkemeden beraat etti. Bunların hiç biri onu yıldırmadı. İnandığı Allah ve Peygamber yolunda onu geri çevirmedi. ‘Beşikten mezara kadar ilim öğrenin’ diyen Allah Resulünün yolundan ayrılmadı. Gayesi, insanları, bilhassa gençliğin komünizm şerrinden kurtarmak, kalblerine iman aşılamak, Allah, Peygamber, ana, baba ve vatan sevgisini yerleştirmekti. Her güçlüğe rağmen, dâvâsını yılmadan gerçekleştirmek için o büyük insan böyle çalıştı.

İşte sessiz bir hayat. Bir asırlık insan ömrü. Berrak, temiz, nur gibi bir hayat… Nur gibi bir insan. Onu bir defa gördüm. Konuşurken insan kendini bu âlemden sıyırıp, öte âlemlere varmış sanır. Sanki bir ruhaniyet âleminde yaşar.

Bir asır kadar evvel Anadolu’nun yalçın dağları arasında dünyaya gelen bu büyük insan, şimdi yine Anadolu’nun bir köşesinde maddi varlığını terk etti.

Taşıyla toprağıyla nur olan Anadolu, bir nur daha bağrına bastı. Öyle bir nur ki, ölümsüz bir aşk zinciri manzumesini andırıyor.”

Üstad Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret edip ona talebe olan Abdülkadir Akçiçek’in yolu daha sonra cezaevinden de geçer. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin vefatından üç ay sonra ihtilal olur. Bir gün dershanede bulunan On Dört kişi tevkif edilir. İçlerinde Zübeyr, Sungur, Tahsin Tola, Abdülkadir Akçiçek ve diğer Ağabeyler vardır. On kişi tahliye olur. Dört kişi Mustafa Sungur, Tahsin Tola, Abdülkadir Akçiçek ve Ekrem Köker şimdi müze olan o zamanların ünlü cezaevi Ulucanlar Cezaevinde hapiste kalırlar. Abdülkadir Akçiçek’in suçu Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin vefatı dolayısıyla yazmış olduğu yazıdır. Ulucanlar Cezaevinde dört ay hapis yatan Abdülkadir Akçiçek daha sonra tahliye edilir.

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir