RİSALE-İ NUR SEVDALISI İBRAHİM CANAN

İbrahim Canan, 1940 yılında Karaman’a bağlı Ermenekte, dünyaya geldi. Ortaokulu Ermenek’te okurken Risale-i Nur’ları ve Bediüzzaman ismini duyar. Canan, o yılları hatıralarında ”Henüz kitaplarını okumamıştım. Sadece büyük bir zat çıkmış diye duydum”diye dile getirir.

Lise tahsili için Konya’ya gelir, 1958 yılında liseden mezun olur. Lise yıllarında Üstad Hazretlerinin kardeşi Abdülmecid Ağabey ve diğer Ağabeylerle tanışır. Liseden sonra Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesine girer. Mezuniyetinin ardından Kayseri İmam-Hatip Okulu meslek dersleri öğretmenliğine tayin edilir. 1967 yılında Devlet doktora burs sınavını kazanarak Fransa’da Sorbonne Üniversitesinde doktora eğimine başlar. 1978 de Hz. Peygamber’in Sünnetinde Terbiye başlıklı teziyle doçent, 1989 da Profesör olur.

İbrahim Canan, 1958 yılında geldiği Ankara’da, Risale-i Nur’un basım, neşir ve diğer hizmetleri ile ilgilenir. O yıllarda Ankara’da matbaalarda basılmaya başlanan Risale-i Nur’un neşir hizmetinde bulunur. 1959 yılında Ankara’ya gelen Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerini karşılamaya Kızılcahamam’a giden grub içinde yer alır, fakat Üstad ile görüşemez. O arada Üstad Hazretleri, ”Bu kimdir?” diye sorar. Zübeyr’in hemşerisi Ermenekli İbrahim diye Üstad’a tanıtılır. Üstad Hazretleri de, ”O’nu Zübeyr gibi kabul ediyorum.”diye cevaplar.

Üstad Hazretlerini görmek için Beyrut Palas Oteline gittiğini de hatıralarında anlatan Canan,”Çok gelen giden vardı. Polis de baskı yapıyordu.Bize sıra gelmeden Üstad otelden ayrıldı.”

Tarihçe-i Hayat’ta yeralan fotoğrafı çeken Canan, fotoğrafı çekmeden önce Said Özdemir Ağabey’e, ”Üstad, acaba kızar mı?” diye sorduğunu, O’nun da ”kızmaz” cevabı üzerine o fotoğrafın çekilişini şöyle anlatır:

”Lisede okurken amatör olarak fotoğrafçılık yapardım ben. Bir fotoğraf makinem vardı. Fotoğraf nasıl çekilir öğrenmiştim. Fotoğrafları tab ettirmeye gittiğimde fotoğrafçı bana; “Güneşi arkana al, ışığa doğru çekme, ayarları şöyle yap böyle yap” diye öğretirdi. O zamanki makineler şimdikiler gibi otomatik değildi tabi. Elle ayarlamak lazım her şeyini.

Sene 1959. Üstad Ankara’da. Said Ağabeye dedim ki: “Üstad’ın fotoğrafını çeksem?” “Olur” dedi. “Sonra Üstad darılmasın bize.” dedim. “Yok, darılmaz.” dedi. “Ama Üstad geldiği zaman arabaya kadar şemsiyenin altına alınıyor, fotoğraf çekilmesine müsaade edilmiyor.” dedim. Said Ağabey: “Bediüzzaman fotoğrafçılara poz veriyor, hoşuna gidiyor, nefsanî oluyor gibi bir duygu vermemek için, herhalde onun için müsaade etmiyordur. Aslında Üstad fotoğrafa karşı değildir. Biz de senin gibi zannediyorduk. Hatta Tarihçe-i Hayat ilk olarak 1956’da neşredildiği zaman fotoğraf koymamıştık. Üstad ‘Fotoğraf niye koymadınız?’ demiş. Ondan sonra koyduk.” Said Ağabey bu şekilde cesaretlendirince ben Üstad gücenir, günahkâr olurum diye olan düşüncemi atmış oldum. Sonra Said Ağabey “Ben de sana yardımcı olurum.” dedi.

Ondan sonra biz hazırlığımızı yaptık. Ben Beyrut palas Otelinin önünde beklemeye başladım. Sabahleyin Üstad gidecek diye haber geldi. Ben Üstad’ın odasının kapısının önünde beklemeye başladım. Said Ağabeyle de anlaştık. Üstad kapıdan çıktı. Çıkar çıkmaz şöyle etrafa bir baktı. Yanı başında solunda Tahsin Tola Ağabey vardı. Arada bir kişi daha var, ben onun yanında üçüncü şahıs olarak varım. Üstad Tahsin Ağabey’in başını okşadı. O arada ben de Tahsin Ağabeyin yanından şöyle başımı Üstad’a doğru uzattım, ama yok, olmadı. Bize okşaması nasip olmadı uzakta kalmıştım.

Baktım Üstad hareket etmek üzere; ben hemen kalabalığı yarıp koştum çıktım. Makine yanımda tabi. Hemen mesafe, ışık ayarlarını yaptım. Üstad merdivenden inerken kollarına girdiler ve inmeye başladılar. Said Özdemir Ağabey beni görünce “Üstadım!” diye dikkati çekti. Üstad hemen başını kaldırıp baktı. Yoksa Üstad’ın yüzü, gözleri aşağıda olacaktı. Çünkü o anda başı öne eğikti. O anda deklanşöre bastım. Resme, Üstad’a dikkatli bakarsanız bunu anlarsınız. Said Ağabeyin ağzından da tebessümünden de anlayabilirsiniz. Bir tane poz alabildim. Bana daha fazla niye çekmedin diyorlar. İkinciyi almak için makineyi tekrar kurup hazırlamak lazım. Üstad bir taraftan yürüdüğü için ikinci pozlara fırsat kalmadı. Fakat fotoğraf o kadar net çıktı ki; hâlbuki bulanık, karanlık bir gündü. Flaş falan da yoktu makinede. Neyse Üstad hiçbir şey demeden yürüdü gitti.” (Derleme, Ömer ÖZCAN, Ağabeyler Anlatıyor)

2007 yılında emekli olan İbrahim Canan, çalışmalarına Risale-i Nur’u esas alarak, kitap, makale, seminer ve konferanslar verir. Yalova’da katıldığı ilmi bir toplantı dönüşü İstanbul da geçirdiği trafik kazası sonrası vefat etmiştir. 14 Ekim 2009 tarihinde vefat eden İbrahim Canan, Eyüp Sultan kabristanına defnedilir. Kendisine, Allah’tan rahmet dileriz.

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir