HUŞU VE HUZUR
Huşu ve huzur nedir? İnsan huşu ve huzuru devamlı nasıl elde edebilir?
Huşu, alçak gönüllülük, hayâ etmek ve mütevazi olmak anlamlarına geliyor. İslami manada ise, korku ile karışık sevgiden gelen edebli bir manevi hâldir. Allah’ın sonsuz haşmet ve büyüklüğü karşısında insanın müthiş bir ürperti, sevgi ve korku karşımı bir hürmet bir saygı halidir.
Huzur, Allah’ın bizi gördüğünü, bildiğini ve işittiğini idrak etmemiz ve ona göre bir tazim ve hürmet içinde olmamızı ifade eder.
Huzurda Allah’ın bizi görmesi, huşuda ise bir azamet, büyüklük ve ürperti hali galiptir. Yani sevdiğimiz birini gördüğümüzde ya da onun bizi görmesi huzur oluyor, ondan sonra kalbin harekete geçip haşyet ile çarpası ise huşu oluyor.
Allah’ın huzurunda olduğunu sürekli akılda ve zinde tutmanın tek yolu; her şeyde ona açılan marifet pencerelerini görebilmek ile mümkündür.Yani bir çiçeğe bir böceğe bir yıldıza baktığımızda, Allah’ın isim ve sıfatlarını o şeylerde okuyabiliyorsak, o zaman her şey bize onu hatırlatır ve onu gösterir. İşte bu manaya, huzuru yakalamada meleke kesbetme denir.
Böyle bir huzur ve meleke de ancak sağlam ve tahkiki bir iman ile kazanılır. Bu zamanda sağlam ve tahkiki iman dersini Risale-i Nurlar veriyor. Risale-i Nurlarla ile meşgul olmak onun penceresi ile tefekkür etmek, huzur ve meleke durumunu temin edebilir.
Huşu ve huzuru bozan sebeplerin başında günahlar ve gaflet gelmektedir. Bunu önlemenin yolu ise, sağlam bir takva ile mümkündür. İnsana tefekkür de bu yolda bir yardımcıdır. Tefekkür ve takva, huzur ve huşunun iki temelidir. Bu temelden birisi eksik olursa huzur ve huşu kaybolur.
”Evet, her mü’minin kendine mahsus bir huzur, huşû, tefeyyüz, tecerrüd ve istiğrak hali vardır. Ve herkes, iman ve irfanı, salâh ve takvâsı, feyiz ve mâneviyatı nisbetinde bu İlâhî hazdan feyizyâb olabilir.”(Tarihçe-i Hayat)
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin huşu ve huzur hakkında risalelerde yer alan bazı izahları ise şöyledir:
“İ’lem eyyühe’l-aziz! Zâhir ile bâtın arasında müşabehet varsa da, hakikate bakılırsa aralarında büyük uzaklık vardır.
Meselâ, âmiyâne olan tevhid-i zâhirî, hiçbirşeyi Allah’ın gayrısına isnad etmemekten ibarettir. Böyle bir nefiy sehil ve basittir. Ehl-i hakikatin hakikî tevhidleri ise, herşeyi Cenab-ı Hakka isnad etmekle beraber, herşeyin üstünde bulunan mührünü, sikkesini görüp okumaktan ibarettir. Bu huzuru ispat, gafleti nefyeder.”(Mesnevi-i Nuriye)
“Ezcümle: İki gün evvel, ism-i Hakem nüktesini okuyan bir Nakşî dervişi, güneşin ve manzumesinin bahsini, Risale-i Nur mesleğine veçh-i tatbikini anlamamış. Demiş: “Bu da ehl-i fen ve kozmoğrafyacılar gibi bahseder” tevehhüm etmiş. Yanımda ona okundu, ayıldı. “Bu bütün bütün başkadır” dedi. Demek kozmoğrafyacılar gibi, ehl-i fennin en son ve geniş nokta-i istinatları ve medâr-ı gafletleri olan perdelerde nûr-u ehadiyeti gösteriyor. Orada da düşmanlarını takip ediyor, en uzak tahassungâhlarını bozuyor. Her yerde, huzura bir yol gösteriyor. Eğer güneşe kaçsa, ona der: “O bir soba, bir lâmbadır. Odununu, gazyağını veren kimdir? Bil, ayıl!”
Başına vurur.
“Hem kâinatı baştan başa aynalar hükmünde tecellîyat-ı esmâya mazhariyetlerini öyle gösteriyor ki, gafletin imkânı olmuyor. Hiçbir şey huzura mâni olmuyor. Ehl-i tarikat ve hakikat gibi huzur-u daimî kazanmak için kâinatı ya nefyetmek veya unutmak daha hatıra getirmemek değil, belki kâinat kadar geniş bir mertebe-i huzuru kazandırdığını ve geniş ve küllî ve daimî kâinat vüs’atinde bir ubudiyet dairesini açtığını gördüm.”
(Kastamonu Lahikası 147 Mektub)
Cevapla
Want to join the discussion?Feel free to contribute!